OSMANLI'NIN ÖLÜM MELEKLERİ: CELLATLAR


Filiz BAHÇIVAN YAZIYOR...
111
 
 


Bir yandan idam sehpasına gidenler. Diğer yandan idam sehpasına götüren sebepler. 
Tabii bir de o sehpayı tekmeleyen cellatlar var. Hah işte o cellat arkadaşlar, geçtiğimiz gece kafama takıldı. 
Çok alakasız biliyorum ama, merak ettim işte.  Hayatları, aile yaşantıları, nasıl insanlardı, normal zamanlarında da bu kadar soğukkanlı mıydılar? Peki ya eşleri? Bu duruma alışmışlar mıydı?
Düşünsenize bir mesleğinizi. Herkes sizden uzak duruyor. Sabah gidip kafa kesip akşam eve dönüyorsunuz. Eşiniz kapıda sizi karşılıyor. Hoş geldin bey. Nasıldı işler bugün? Ne olsun hanım 3-5 kafa kesip geldim işte.  
 
Neyse! Benim saçma düşüncemi bir yana bırakalım ve gerçeğe dönelim. 
Bu yazımda lanetlenen bir mesleği, daha doğrusu 'Osmanlı'nın Lanetli Ölüm Melekleri'ni anlatacağım. 
Cellat Arapçada kamçı ile vuran, eziyet eden anlamındadır. Eski Türklerde kırbaçla dayak cezalarını uygulayan, Osmanlıda her türlü ölüm cezalarını ifâ eden şahıslar. 
Cellatlar Osmanlı'nın kudretli olduğu 16'inci yüzyılda kullanılmaya başlanmış ve devlet adamları olmak üzere idam cezasına çarptırılan her kimse ölümü cellatların elinden olurmuş. 
 
Peki kimmiş bu cellatlar ve neden cellat olmak istemişler?
İşte detaylar!
Celladın yağlı ipinin sara hastalarına iyi geldiğine inanıldığından, bazı çingenelerin sırf bu ipleri elde edebilmek için İstiklal Mahkemeleri döneminde cellatlığı kabul ettiği olurmuş.
Bostancı Ocağı'na bağlı bir ocaktan türeyen cellatlar, genellikle o dönem Hırvatlar ve Çingeneler arasından seçilirdi. 
Cellatların en önemli ortak noktası ise hem sağır hem de dilsiz olmalarıydı, cellat olacak kişilerin işe başlamadan önce dilleri kesiliyordu. 
Bundaki amaç cellatların idam ettikleri şahsın son çığlıklarını duymasını engellemek ve yaptığı işten olumsuz yönde etkilenmesini önlemekti. 
Osmanlı döneminde idam mahkûmu bir kişinin yağlı urganı, asılma anında koparsa bunu ilahi bir mesaj olarak kabul ederler, cezaya haksız yere çarptırıldığına inanılır, hatta çoğu zaman da mahkumlar affedilirdi. İdamlıkları bu yolla kurtarmak için cellatlara 'ipleri zayıflatması' için rüşvet verildiği de olurmuş. 
 
İNFAZLAR NASIL GERÇEKLEŞİRDİ?
 
 İnfazlar Topkapı Sarayının ön bahçesindeki Cellat veya Siyaset Çeşmesi önünde gerçekleştirilir, kanlı baltalar ve eller burada yıkanırdı. Kesilen başlar ibret taşları denilen alanın sağında ve solunda sergilenirdi. Sultan ve şehzadelerin ise kanı dökülmez; ip, kementle yahut yay kirişi ile boğularak öldürülürlerdi. “Şamanist Türkler kan akıtarak öldürmez” geleneği ile alakalı bir durum sanırız.

 

Osmanlı döneminde idamına hükmedilen kişi, bir bahaneyle saraya davet edilir, Arz Odası’nda huzura çıkartılırdı. Padişah iki elini şaklatıp “Bostancıbaşı” diye gürlediğindeyse davetli, bunun hayatındaki son davet olduğunu anlardı. Osmanlı’da saraya davet, bazen ölüme davet anlamına gelirdi. Sadece padişah tarafından atanan ve başka hiç kimseden emir almayan Bostancıbaşı, cellâtların âmiriydi.
Evliyâ Çelebi’nin Seyahatnamesinde “Billah hiç birinin çehresinde nur kalmamış zehir gibi âdemlerdir” diye bahseder. 
Mahkûmlar sonlarını, Bostancıbaşı’nın getirdiği kadehin renginden anlarlardı. Eğer şerbet, beyaz kadehle gelmişse affedildiğine, kırmızı kadehle gelmişse idam edileceğine işaretti. İdamdan affedilmenin karşılığı ise sürgündü.
 
İdam kararı alınan kişi önce Topkapı Sarayı’nın ana giriş kapısı olan Bâb-ı Hümâyun ile sarayın ikinci kapısı olan Bâb’üs Selâm arasında bulunan Cellat Çeşmesi’nin önüne getirilir, burada celladın kılıç darbesiyle infaz gerçekleştirilirdi. Cellatlar kanlı palalarını, satırlarını, meydandaki bu çeşmede yıkarlardı. Siyasi mahkumların infazı da burada yapıldığından bu çeşmeye Siyaset Çeşmesi, cellâtlara ise Meydân-ı Siyâset Ustası denilirdi.
 
İnfazı gerçekleştirilen vatan hainlerinin kelleleri halkın ibret alması amacıyla, Cellat Çeşmesi’nin karşısında bulunan Seng-i İbret (İbret Taşı) ile Bâb-ı Hümâyun’un nişlerine asılır ve üç gün süreyle burada teşhir edilirdi.
 
Sıradan mahkûmların cezalarını diğer cellâtlar yerine getirirken, devlet adamlarının ve mühim şahsiyetlerin infazını cellatbaşı gerçekleştirirdi.
Yeniçerilerin kellesi cellat satırıyla vurulurken, kanı kutsal sayılan hanedan mensupları boğularak infaz edilirdi. Bu yüzden Osmanlı şehzadelerinde genellikle yay kirişi kullanılırdı.
 
Cellâtlar, Müslümanların kesik başlarını cesedi sırt üstü yatırarak koltuğunun altına, Müslüman olmayanlarınkini ise yüzükoyun yatırarak kıçlarının üzerine koyarlardı. Bu yüzden devletin üst düzey Müslüman görevlileri arasında, “Kelle koltukta geziyoruz” ifadesi çok kullanılırdı.
 
İdam edilen kişi İstanbul dışındaysa, kesilen başı bozulmasın diye bal dolu bir torbaya koyulur, sultanın huzuruna öyle getirilirdi. Bir tepsiye koyulan kesik baş, “Emr-i ferman yerini bulmuştur Hünkârım” denilerek padişaha gösterilir ardından da ibret taşına koyulup üç gün teşhir edilirdi. Beden ise öldürüldüğü yere gömülürdü. Bu sebeple, başı başka yerde, bedeni başka yerde gömülü iki mezarı olan devlet adamları, sadrazamlar çoktur. Bunlardan en meşhuru Viyana kuşatmasındaki başarısızlığı sebebiyle başı kesilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’dır.
 
İdam edilen kişinin üzerindeki kıymetli eşyalar, para ve giyecekleri cellâdın malı sayılırdı. Cesedini ise cellat ister atar, isterse ölünün yakınlarına satardı. İdam edilenlerin üzerinden çıkan eşyalar senede bir veya iki defa yapılan cellat mezatında satılır, geliri cellâtlar arasında paylaşılırdı.
 
Osmanlı tarihindeki en meşhur ve en korkunç cellatlardan biri Kara Ali’ydi. Sultan İbrahim’in de cellâdı olan Kara Ali, padişah cellâdı olarak tarihe geçti. İri yarı bir adam olan Kara Ali, yaz kış çıplak dolaşır, sağ omzunda çapraz takılmış yalın bir kılıç taşırdı. Kuşağından kement ve çeşitli işkence aletleri sarkar, bu görünümü ile etrafa dehşet saçardı.
 
Osmanlı döneminde cellatlar sadece yaşadıkları dönem değil, öldükten sonra bile ahali tarafından dışlanıp ve ebedi istirahatgahları dahi diğerlerinden ayrı tutulmuş. Osmanlı'da halk, İslam dininin adam öldürmeyi yasaklaması, can alan bu kişilere toplum tarafından hoş bakılmaması nedeniyle, bir çok insani duygu ve özelliklerden yoksun olan, acıma, merhamet, sevgi hisleri bulunmayan cellatları mezarlıklarına almamış, kendi aralarına gömülmelerini benimsememişti. 
Dikdörtgen taşlarından tanınabilecek Dünya'nın tek cellat mezarlığı, İstanbul Eyüp'teki Pierre Loti kahvesinin çevresinde bulunmakta. Mezarlarında hiçbir yazı bulunmaması ise anlaşılır bir durum. Bu, geride kalanların mezarları tahrip ederek alakasız aile yakınlarına kötülük etmemesi için alınan bir önlem olsa gerek. 
Filiz Bahcıvan 


Tarih: 15.06.2020 00:47