KALPTEN EDİLEN ŞÜKÜR SİZE HUZUR VERİR


Filiz BAHÇIVAN YAZIYOR...
111
 
 


Tuğrul, annesinin sofraya getirdiği bulgur pilavını görünce, yüzünü buruşturdu.

Üç gündür aynı şey anne, diye şikâyet etti. Pilav, pilav, pilav. 

Anne tabağı sofraya koyduktan sona:

Oğlum ne yapalım? Elimizde var mı ki sana çeşitli yemekle pişireyim. Paramız var mı ki istediklerini alayım.

Tuğrul gözlerini kıstı:

Komşumuzun oğlu Ahmet'i biliyorsun anne. Evlerinde çeşit çeşit yemek çıkıyor. Mert de öyle, Selim de öyle. Üstelik hiçbirinin cebinden harçlığı eksik olmuyor. Bıktım bu parasızlıktan. Benim onlardan farkım ne?

Annesi ağlamamak için başını arkaya çevirdi. Üzüntü dolu bir sesle:

Oğlum, bu elimizde olan bir şey mi? Baban sonunda iyi kötü bir iş buldu. Kazancıyla kıt kanaat geçinip gidiyoruz. Hem sen başkalarına ne bakıyorsun? Onlar kadar zengin değiliz ki biz.

Neden olmuyoruz, neden olamıyoruz?

Hışımla sofradan kalktı. Ben bu yemeği yemiyorum! Hep aynı yemek! Bıktım! Pantolon desen eski püskü. Yeter artık!

Tuğrul, eskimiş, montunu sırtına geçirerek, bir hışım kapıyı çekip çıktı. 

Zavallı anne bitkin ve kederli bir halde içini çekti önce. Sonra yanaklarına doğru birkaç damla yaş süzüldü. Peşinden bir hıçkırık. Ve sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. 

Tuğrul, elleri cebinde söylene söylene yürüyordu. 

Pilavmış para yokmuş! Herkes hayatını yaşıyor, biz sürünüyoruz. Ah gözün kör olsun fakirlik!

Gözleri önünde yürüyordu. Sanki bütün herkes kendisine bakıyor ve içten içe alay ediyordu.

Söylene söylene parka kadar gelmiş, boş bulduğu bankın birine oturdu. Gözleri ucu yırtılmak üzere olan ayakkabısına takıldı. Ayaklarını hafif içeri çekerek gizlemeye çalıştı. 

İşe bak, dedi. Ayakkabı, ayakkabı değil, sanki pabuç.

Bu sırada bir çocuk yanına yaklaştı. 

Boyayayım abi, dedi.

İsteksiz bir tavırla çocuğu inceledi. Eli yüzü kapkaraydı. Elbiseleri lime limeydi. Lastik ayakkabıları vardı. Elindeki pabucu uzatmış bekliyordu çocuk. Tuğrul'un manasız manasız baktığını görünce:

Hişt abi, dedi. Boyayalım mı, dedim!

Tuğrul ezgin bezgin gözlerini kaçırmaya çalıştı. 

Param yok ki, dedi. Hem şuna baksana, boyanacak nesi kalmış?

Boyacı çocuk onun haline acıdı ve yanına oturuverdi. İsmin ne abi senin? Diye sordu.

Tuğrul şaşkın bir ifadeyle Tuğrul dedi. Ya senin adın?

Benimki de Hasan. Kötü bir şey mi oldu abi?

Derdini sora bir dost bulmak Tuğrul'u sevindirmişti. Anlatmaya başladı derdini, içini döktü. Hasan pür dikkat onu dinledi. Konuşması bitince Hasan: Hayatımız birbirine benziyor abi dedi. Üstelik babam da yok benim. Evin tek erkeğiyim. Ama halimden şikayetçi değilim. Buna da şükür. 

Sabahtan öğleye kadar okula gidiyor, okuldan gelince de boya sandığını alıp buralara geliyorum. Günde 10-15 ayakkabı boyuyorum. Az çok bir şey geçiyor elime. Kazandığımı da evin masraflarına harcıyoruz. Halimize şükrediyoruz. Sonuçta bizden beter olan da var değil mi?

Tuğrul şaşkın şakın bakarken Hasan kalktı. 

Gidiyorum abi, dedi. İstersen ayakkabını boyayayım, para almam.

Sağol Hasan, başka zaman dedi. 

Hasan giderken arkasından baktı ve o an fark ettiği durum karşısında sanki başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissetti. Ayakları engelliydi Hasan'ın. Topallayarak zar zor yürüyordu. Oysa kalkıp gidene kadar bunu hiç fark etmemişti. Kaldı ki, Hasan da bundan bahsetmemişti.

O an ister istemez gözleri kendi ayaklarına gitti, koşabildiği, atlayıp zıplayabildiği, sapasağlam ayaklarına. Babasız ve engelli bir çocuğun ailesinin ihtiyaçlarını karşılamak için gösterdiği bunca azim ve irada inanılmazdı.

Asıl şimdi ezildiğini hissetti.

Öyle değil mi idi ya? Neden, şu durumunda bile, daha beter durumda olan, hatta bir elbise bulamayıp tek giysiyle yaşayan, bir dilim ekmek için çöplükleri karıştıran kimseleri düşünerek haline şükreden Hasan kadar olamıyordu?

Ne kadar da aptalım, diye hayıflandı. Hasan'ın haline bak, şu hâlde bile boyacılık yapıyor, parasını kazanıyor, bir de ev geçindiriyor. Bana ne oluyor? Yok zengin olmakmış, yok para bulmakmış! Hem ben çalışmıyorum da! Rahatlığı bulmuşum, daha fazlasını istiyorum. Bana ne arkadaşlarımdan, Mert'ten, Selim'den bana ne?

Böyle düşündüğüne sevindi. İçi rahatlamış bir şekilde doğruldu. Hafiften kararmaya başlayan havaya baktı.

Başını önüne eğip:

Annemi bugün çok üzdüm, kalbini kırdım, dedi. Gidip gönlünü alayı, elini öpeyim. 

Ve acıktığını hissetti o an. Canı bulgur pilavı istiyordu. Bu değişikliğe hayret etti.

Adımlarını sürüyerek, halinden utanç duyarak, fakirliğe isyan ederek geldiği yoldan, şimdi pişman bir şekilde, haline şükrederek dönüyordu. 

Şükretmek insanın her zaman pozitif bir ruh halinde, mutlu yaşamasına da vesile olan bir ibadettir. Bu ruh halinde olan kimse en zor koşullarda dahi şükredici olur. Hastalansa, maddi ve manevi sıkıntılarla karşılaşsa bile zorlukları verenin ve alacak olanın Rabbi olduğunu bildiği için, her durumda şükredici olur. 

Allah'ın kendisini denemeden geçirdiğini ve gücünün yetmeyeceği bir konuyla imtihan etmeyeceğini hiçbir zaman unutmaz. En güzel müjde olan Allah'ın kendisini cennet nimetleriyle mükafatlandıracağı ümidiyle şükreder. 

Allah şükreden kullarına her zaman merhamet göstereceğini bir ayetinde şu şekilde bildirmiştir. 

Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah azabınızla ne yapsın? Allah şükrün karşılığını verendir, bilendir. (Nisa Suresi, 147) 

Şükreden insan ne aklının ne de elde ettiği malların ve çocukların kendisine ait olmadığını, Allah'ın lütfu sayesinde kendisine verildiğini bildiği için her zaman mütevazi olur. Çünkü eğer Allah dilerse bir anda bütün nimetleri kendisinden alabilir. Bu yüzden sürekli vicdanıyla hareket eder. 

Filiz Bahcıvan 



Tarih: 10.04.2022 18:37